Futbol, sevilsin ya da sevilmesin
hayatımızın önemli bir kısmında
yer alıyor, göze çarpıyor yani kendini gündemde tutmayı bir şekilde beceriyor. Sporla ilgilenmek, takip etmek,
amatör ya da profesyonel olarak içinde
yer almak elbette güzel ve olumlu bir
şey; ancak çoğu zaman bunu salt futbolla sınırlandırmak belki de en çok bizim
ülkemize has bir durum. Televizyonda,
radyoda ya da gazetelerde çoğunlukla
futbol haberleri görmek belki alışılagelen bir şey olsa da adı spor kanalı ya da
gazetesi olanların da bunu sadece futbola indirgemesi futbol-toplum ilişkisi
açısından ciddi bir örnek. Tuttuğu takım üzerinden karşısındakini dost ya da düşman olarak gören;
gündeme dair hiçbir gelişmeden haberi olmasa da o hafta hangi takımın
kazandığını, hangi takımın kaç puan
kaybettiğini ezbere bilen; galibiyetleri
de mağlubiyetleri de magandalık boyutuna taşıyacak kadar kendini kaybeden;
cebindeki son parasıyla maç izleyip futbolcuların kazandıkları milyon dolarları dilinden düşürmeyen bir güruhta
tabii ki futbol önemli bir mesele haline
gelmektedir. Her geçen gün daha da
endüstriyelleşen bu sektörde kapitalizmin ayak sesleri bangır bangır gelmekte
iken halkın ciddi bir kesimini etkisizleştiren, güncelden uzak tutan futbol asıl
amacından uzaklaşarak düzene ayak
uydurur. Magazinleşen futbolcu hayatları, futbolcuların aldıkları son model
arabalar, telaffuz edilirken bile güçlük çekilen transfer ücretleri insanları
oyalamaya devam ederken asıl futbol emekçileri görmezden gelinmeye devam edilmektedir. Sektör bu kadar endüstriyelleşmişken
emekten yana olanlar da çıkar elbette;
ses duyurmaya, dikkat çekmeye çalışırlar. Öyle çok fazla olmasa da bu isimler
yine de akıllarda yaptıklarıyla, duruşlarıyla yer edinirler. Siyasi çıkarların yönetimden oyuncusuna kadar futbolun
her kademesine işlediği bu düzende
muhalif olup da ses çıkaran, ‘sol’da durmayı tercih edenler de vardır ki en çok
mücadele eden ve bedel ödeyen isim,
Metin Kurt’tur. Metin Kurt’un “Mücadele toplumsal, fatura bireyseldir.”
sözü yaşadıkları düşünüldüğünde boşa
değildir, O bu düzen içerisinde yitip giden herhangi biri olmaktansa emek yitip gitmesin diye ömrünü mücadeleye
adamıştır. 1948 doğumlu Metin Kurt, lise döneminde iken ailesinin maddi sıkıntılarından dolayı ağabeyi İsmail Kurt gibi futbol oynamaya başlar. Altay’da başlayan
profesyonel futbol hayatı, PTT’ye ardından da Galatasaray’a transfer olması ile
devam eder. Futbolcuların özlük hakları ile ilgili ilk sıkıntısı da PTT transferi
sırasında baş göstermeye başlar; çünkü Altay’dan ayrılmak istemez; ama
ağabeyi onun adına transferi gerçekleştirmiştir. Galatasaray’da başarılı bir
dönem geçirir, takım şampiyonluklar
yaşamaktadır; Milli Takım’da da aynı
başarısını devam ettirir. Ancak futbolcuların özlük hakları üzerine çalışması
ve özellikle Türk futbol tarihindeki ilk
grevi gerçekleştirmesi nedeni ile kulüpten uzaklaştırılır. Vaat edilen primlerin
ödenmemesi ile antrenmana katılmama
şeklinde gerçekleştirilen grev sonrası
diğer oyuncular özür dileyerek yeniden kadroda yer bulurken Metin Kurt
için Galatasaray dönemi sona erer. Kayserispor’a giden Metin Kurt orada da
duruşu, sendikalara destek vermesi( O
dönem bir iş kolunda sendikanın gerilememesi için bir metal fabrikasında
işe girmiştir.) gibi nedenlerle sorunlar
yaşar, kadro dışı kalır, taraftar desteği
ile geri döner; ancak sözleşmesi bitince
futbolculuk kariyerini de sonlandırır. Sonrasında teknik direktörlük, yayıncılık da yapan Kurt için en önemli mesele sendikal çalışmalardır. Hiçbir zaman
emeğin ve hakkın mücadelesinden vazgeçmez; 2009 yılında Spor Emekçileri
Sendikası’nı (Spor-Sen) kurar, 2010 Türkiye Devrimci Spor Emekçileri Sendikası’nın (Spor Emek-Sen) kurulmasına öncülük eder. 1 Mayıslarda alanlara çıkan,
ıslıklı protestolara imza atan bu öncülük;
futboldaki yasal hakların mücadelesi
için önemli bir mihenk taşıdır. Futbolda
ve tüm spor dallarında emekçinin yanında olan Metin Kurt’un lakabının “Çizgi
Metin” olması da boşa değildir; çünkü
““Halka en yakın yer neresi? Çizgi! Ben
de çizgide beklerdim. Antrenör ve idarecilerin olduğu tarafta oynamayı sevmiyorum. Kapalının önünde oynamamak
için bir devre sağ açık, bir devre de sol
açık oynardım.” diyerek durduğu yeri
her zaman belli eder. 2011 yılında TKP’den milletvekili adayı da olur; ancak seçilemez. Yakalandığı gırtlak kanseri sebebi ile tedavi
görürken kalp yetmezliği nedeniyle 24
Ağustos 2012’de vefat eder. Eğer daha
uzun bir ömrü olsaydı yine endüstriyel
futbola karşı, kapitalizme karşı haktan,
emekten yana durmaktan çekinmeyeceğinden kimsenin şüphesi olmadığı
aşikârdır. Metin Kurt futbolcu da olsa,
teknik direktör de olsa; siyasetçi ya da
sendikacı kimliği taşısa da doğru bildiğinden vazgeçmeyecek ve bunun bedelini ödemekten de imtina etmeyecek
kadar yürekli bir insan olarak hafızlarda kalmaya devam edecek. Çünkü
‘futbolun borsada değil arsada güzel’
olduğuna inanan, kapitalist dayatmalara karşı gerçek futbolu savunan herkes
için, ‘Metin Kurt gibi yalnızız ceza sahasında, ne güzel ne güzel’’* diyebilenler
için Metin Kurt iyi bir örnek, gerçek bir
umuttur. *Kesmeşeker’in Metin Kurt Yalnızlığı
adlı şarkısından.
Henüz yorum yapılmamış.